Ana içeriğe atla

Bi Yalnızlık Yer Açar mısınız Bana?

Yazdım ama bozamadım yalnızlığı. Sildim, çıkmadı. Hep biraz lekeli hep biraz göze batar halde kaldı. Belki de yanlıştı silmeye çalışmak, üstü kireçle kapatılmalıydı...

Öğrenciyken, üniversitemin şehrinde, ılık mayıs akşamlarında, daha çok villaların bulunduğu o ağaçlı, huzurlu sokakta yürürdüm. Bazı evlerin kapanmamış pencerelerinden, yemek için sofraya toplanmış aileleri görürdüm. İçimden kapılarını çalıp "Bana da bi yalnızlık yer açsanıza sofrada" demek gelirdi. Bir dilim kuru ekmekle bile o sofralardan birinde, yalnızlığımın doyacağını bilirdim de cesaret edemezdim. Korkaklık, cesaretin kanadını bağlayan ökse otuymuş, o yıllarda öğrendim.

Hayat bana, iyi-kötü tecrübelerle korkmayı ve cesareti öğretti. Sadece cesaretten ibarettim, korkmayı zamanla keşfettim.

Korkmak... Kötünün geçemeyeceği güvenli bölge... Sınırını kendim çizebildiğim kayıp bir ülke... Tasarımı bana ait sarayım; "korkmak"

Korkmaklar prensesi olabilirim ya da cesaret dilencisi. Bu seçim benim ve kokpitteki tek pilot benim korkma tayyaresinde.. Motorlara tam gaz verir havalanır giderim..

Sarayımda, güvenli bölgemde, tayyaremde -ya da adı ne halt ise işte- güvende ve yapayalnız olmayı kabullendim. Bir zamanlar bildiklerimi haykıran dilim susmayı tercih ediyor, içinden geleni anında söyleyemiyorum artık. Kaygısız gülmeler, cesur sevmeler, sevişmeler dolu ceplerim. Kimselerle paylaşamayacak kadar bencilleşmişim duygularımı...

Üfleme noktasını da geçtim, derin dondurucuda soğutmadan yiyemiyorum yoğurdu. Çünkü cesaret fişeklerimin fitillerini kopardılar. Çünkü hızla koşan kaygısızlığımın diz kapaklarına sıktılar. ondandır aksamalarım, oradan kalmadır arazlarım.

Şimdi, yalnızlık kapıları hep açık o sarayda.. Efil efil dolaşır odalarda yel gibi bir boşluk hissi..
Şimdi, pervaneler kaçış için dönüyor durmaksızın tayyaremde.. Motorları karanlıklara sürmek işten değil..

Ve ben, güvenli bölgeme giren yabancılara uyarı ateşi açıyorum. Kaçan kurtuluyor, kalan ölüyor ruhumda..

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aşk, birini gözünüzde büyütebilme sanatı

Şu dünyalar çirkini Diego nasıl olup da hunharca sevilebilir?  Şekli şemali de çirkin elbet ama asıl soru ruhu bu kadar çirkin bir adam, böylesi bir sevilmeyi hak ediyor mu? Tamamen kişisel becerimize bağlı bir şey aşk..  Hormonal devinimlerden bağımsız düşünürsek, balonu ne kadar şişirebildiğimiz ya da şişirmek istediğimizle ilintili..  Sıradanı alıp muhteşeme çevirmek, o muhteşemliğe inanıp kendimizi Frida'ya, karşımızdakini Diego'ya dönüştürmek, bizim yeteneğimiz. Kimimiz çok yetenekliyiz, kimimiz sıradan.. Entelektüel olmakla falan da ilgisi yok bunun.  Tıpkı sarhoş olmak gibi; Rafta duran onlarca aynı şişe arasından birini seçmek, seçtiğimiz şişedeki şarabı içmek, bile isteye sarhoş olduktan sonra dünyanın en iyi şarabı olduğuna kendimizi inandırmak gibi. Oysa ki sıradan bir şaraptı o, rafta..  Tamamen isteyerek yaratılan bi imge.. Sıradan bi adamken, Frida'nın Diegosu yapabiliriz herkesi, bi kaç yudum alıp bırakabil...

Bana biçilen kaftandan sıkıldım! Bornozla gezicem ben!

40 yaş dönüm noktasıymış ya kadının hayatında.  Ben mecburi dönüş yaptım 37 yaşında.  Bana biçilen, incilerle, yakutlarla süslü kaftanım üzerimde, salınıp dururken sırça sarayımda, benden başka bi dünyada, hem de burnumun dibinde yaşanan aldatılmayla yüzleştim. Sindrella ne hissetti o araba bal kabağına dönüşünce, çok iyi biliyorum. Bi gün bi rakı masasında Sindrella ile otursak da laflasak " O bal kabağını yaratan perinin de amk!" serzenişlerini duyabilir yan masadakiler. Kesin ağlarız "Ah bacım neler hissettiğini anlıyorum" deyip de sarılarak. Velhasıl, yüzleşme hoş olmadı.. İncileri, yakutları hatta kürklü yakasının tüyleri bile döküldü kaftanımın. İmitasyon olduğunu farkettim dehşetle.. Vat iz matriks ulan! dedim, "evrekaaaaaaaaaaa" diye fırladım tepeme yıkılan sırça saraydan ve keşfettim kendimi. Kumaşını kendim dikmemişim, en ufak bir el emeğim yoktu o kaftanda anladım.  Sıyırdım attım.  Çıplaktım. Üşüdüm, uyandım.. Bekledim, biriktir...

Çıkar şu üstündeki pespayeliği, ne dediğin anlaşılmıyo

Öyle bir 6 yıl geçirdim ki, ya da 6 yıl bana öyle bi geçirdi ki, anlatmak ve hatırlamak istemiyorum, özellikle ilk 3 yılını.. Osmanlı bile benim gibi çökmemiştir ve kendi kendimin Atatürk'ü olup, kendi tarihimi baştan yazarken farkına varmadım önceliklerimi değiştirdiğimin.. Ağzıma sıçıldı ağzıma.. salıncak kurdular, gide gele sallana sallana, sıçtılar resmen.   Manevi acının bedene verdiği acıya inanmazdım, öğrendim. İçinden gele gele acıyorsun. Canını yaktığını bilsen de engel olamadığın, bir süre sonra mazoşistçe bir bağımlılık halini alan bi silsile şeklinde, kendi acından beslenip duruyorsun. Deriliğini bilmediğin bir suya kendini bırakıverdiğin, dibe batarken nefes alamadığın için ciğerlerinin acısını her zerrende duyumsadığın ve dibi görene kadar asla mukavemet etmediğin, tuhaf, huzurlu bir yolculuk bu.  Sonra bir şey oluyo, "bundan daha leş olamaz"deyip, dibe vuruyosun ayağı..  Yukarı çıkmak için üzerinde ne kadar ağırlık varsa bırakıyo...