Ana içeriğe atla

Dibek

       “Sana, birini severken nasıl öldüğümü anlatmış mıydım?” dedi gülümserken. Karşısında merakla bakan bir çift genç göz vardı. İddialı gözler. Sanki “hayatı çok iyi biliyorum” dermiş bakışlı. Hayatın onu nasıl devireceğinden ve dibekte ezilen bir buğday tanesi gibi hiçleştireceğinden habersiz. Anlatacaklarından ne anlayacağından emin değildi ama anlatacaktı. Karşısında bir obje de otursa bugün severken ölüşünü anlatacaktı bir şeye, kararlıydı.
        “ Bir zaman diliminde  -ki şu an net hatırlayamıyorum- bir yerde rastladığım biri vardı. Biri diyorum, çünkü tek bir kişiyi sevmedim ama her sevdiğimde öldüm. Her neyse, biri vardı işte. İlk gördüğümde, bana biraz itici bile gelmiş olabilir, emin değilim. Ama bir nedenden aklımda kalmış olmalı ki yanından ayrıldığımda da hala aklımda olduğunun ayırdına vardım. Tekrar görme isteği birkaç zaman sonra dürttü beni. Kafamda bir anlam yüklemiştim ona ve o yük doğru kişide mi emin olmak istiyordum. Tekrar buldum onu. Tekrar gördüm. Tekrar… Tekrar… Tekrar… Ne zaman ki anladım sevdiğimi, artık tekrar görmek istemedim. Hep yanımda kalsın hep göreyim istedim. Böyle anlıyorum ben birisini sevdiğimi. Sabah duş alamadan evden çıkmak zorunda kaldığımda, içimde sürekli beni dürten duş alma isteği, akşam döndüğümde yorgunluktan duşa giremeyecek mecalde olduğumu fark etmem ve o duşa adım attığımda asla çıkmak istememek gibi. İstemiyorum gitmesini. Onu tekrar görmek olmasın, onu hep görmek olsun, ona hep dokunmak, onu hep öpmek, ona hep sarılmak. Hep var olmasını istiyorum. Ben böyle seviyorum. Belki hastalıklı ama böyle.”
        Minik kadehi doldurup tek seferde içti votkayı. Karşısındaki genç adamın bakışlarına daha bir güven gelmişti. Sevildiğini sanıyor olmalıydı. Henüz “hep kalsın” dememişti oysa. Sinirlendi kendi kendine. Sonra geçti siniri. İçinden “Şu an dibektesin genç adam. Seni un ufak edeceğimden habersiz kurumlu kurumlu kasılıyorsun karşımda. Ben de öyleydim” diye geçirdi.
       “ Bir günün sonunda ayrılırken otoparkta O’na dedim ki; kalsana sen bende. Gitme yani. Hep kal.” Yutkundu, çünkü ayağının altındaki tabureyi tekmelediği an olduğunu hatırladı bu diyaloğun. Bir tür teslim bayrağı sallamak. “ Kalırım da demedi kalmam da. “Yarın görüşürüz” dedi. Yarın bazen o kadar uzun bir zaman dilimi ki. İçine insanlık tarihi bile sığdırabilirsin. Çok göreceli bir şey. Yarın olana kadar ben kafamda gelecek 30 yılı kurgulamıştım. Yarın oldu ve 30 yılın ilk gününde biz ilk kez seviştik. Seni seviyorum demenin başka bir yolu da sevişmek bana göre. Saatlerce seni seviyorum dedik birbirimize. 30 yıl için iyi bir başlangıç sayılabilirdi, eğer yine gitmeseydi. Ama gitti. Yeni bir yarın kurgulamam gerekti. Yeni yarının içine, yüzlerce seni seviyorum demeli sevişme eklendi. Yeni yarın içine biraz da olsa şüphe ve korku eklendi. Yine yarın oldu, sonra yine yarın. Her defasında yeniden kurgulanan onlarca yarın. Tekrar cesaretimi toplayıp “sen kalsana bende” diyene kadar geçen yarınlar. Yine dedim, evet.”
       İnsanın duygularının yılkı atı gibiyken evcilleştiği anlar var.  O anı kendisi mi belirliyor yoksa o an hep var ve oraya bile isteye mi yürüyor bilemedi. Ama ikinci kez “kal” dediğinde artık bir yılkı atı değildi.
      “Kalsın istedim. Çünkü tek başıma altından kalkamayacaklarımı görsün istedim. O olsun yanımda. Çünkü bazen gücünün yettiği poşetleri elinden alan bir kibarlık bekliyor insan. Ya da lambayı o değiştirsin, asfalyaları o tamir etsin, çok yağmurlu bir günde – kal olduğun yerde gelip alacağım seni- desin. Bir tür kanat gerilsin üzerine. “Günün nasıl geçti?” sorusunu kendime sormayayım o sorsun bana örneğin. Ona anlatırken, o gün başka bir anlam kazansın. Sinemada yanındaki koltukta oturduğunu bilmenin huzuruyla, korku filmi izleme keyfi yaşamak istiyor insan.
Aldatmış beni öğrendim. İçimden geçeni, ona söylediğimi fark etmedim bile o an. “keşke ölseydin” dedim, “keşke ölseydin ve arkandan – iyi adamdı- diyebilseydim. Sen benim sana –iyi adamdı- deme hakkımı gasp ettin. Keşke ölseydin! Ölüm acısı ile aldatılma acısı aynıymış biliyor muydun?”
Genç adam dayak yemiş gibi hissediyordu. Az önce göğüs dekoltesinden gözünü alamadığı kadının, karşısında ete kemiğe bürünmüş bir hüzne dönüşmesi onu afallatmıştı. Ne yapması gerektiği konusunda bir fikri yoktu. Sustu.
“Çok sevdiğin birine – keşke ölseydin demek, parmak uçlarında durduğun tabureyi tekmelemek demek. Ölüyorsun.” Votka koydu kadehe, tek seferde içmedi bu defa. Kendi ölüsünü sermişti karşısındakinin önüne. O, kendine güvenli “bu akşam bu kadınla içer, yatarım, birkaç hafta takılırım” diye düşünen adamın önüne, topraklarını bile temizlemeden atmıştı kendi cesedini. Adamın çaresizliği karşısında, gizliden keyif alarak, yudumladı votkasını.
Uzun bir sessizlikten sonra “ Şimdi karar ver bakalım; önüne attığım ölü ruh ile ne yapacağına. Bir mezarcı gibi gömecek misin geri? Bir büyücü gibi canlandıracak mısın? Ya da bir nekrofili gibi ölü bir ruhla mı sevişeceksin?” dedi kadın. Adamı kendi dibeğinin içinde öğüttüğünü, ufalamaya başladığını biliyordu. Bunu onun da anlaması için zaman tanımaya karar verdi; adil olmak bunu gerektirirdi. Kalktı. Çantasını aldı. Arkasını döndü ve gitti…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aşk, birini gözünüzde büyütebilme sanatı

Şu dünyalar çirkini Diego nasıl olup da hunharca sevilebilir?  Şekli şemali de çirkin elbet ama asıl soru ruhu bu kadar çirkin bir adam, böylesi bir sevilmeyi hak ediyor mu? Tamamen kişisel becerimize bağlı bir şey aşk..  Hormonal devinimlerden bağımsız düşünürsek, balonu ne kadar şişirebildiğimiz ya da şişirmek istediğimizle ilintili..  Sıradanı alıp muhteşeme çevirmek, o muhteşemliğe inanıp kendimizi Frida'ya, karşımızdakini Diego'ya dönüştürmek, bizim yeteneğimiz. Kimimiz çok yetenekliyiz, kimimiz sıradan.. Entelektüel olmakla falan da ilgisi yok bunun.  Tıpkı sarhoş olmak gibi; Rafta duran onlarca aynı şişe arasından birini seçmek, seçtiğimiz şişedeki şarabı içmek, bile isteye sarhoş olduktan sonra dünyanın en iyi şarabı olduğuna kendimizi inandırmak gibi. Oysa ki sıradan bir şaraptı o, rafta..  Tamamen isteyerek yaratılan bi imge.. Sıradan bi adamken, Frida'nın Diegosu yapabiliriz herkesi, bi kaç yudum alıp bırakabil...

Bana biçilen kaftandan sıkıldım! Bornozla gezicem ben!

40 yaş dönüm noktasıymış ya kadının hayatında.  Ben mecburi dönüş yaptım 37 yaşında.  Bana biçilen, incilerle, yakutlarla süslü kaftanım üzerimde, salınıp dururken sırça sarayımda, benden başka bi dünyada, hem de burnumun dibinde yaşanan aldatılmayla yüzleştim. Sindrella ne hissetti o araba bal kabağına dönüşünce, çok iyi biliyorum. Bi gün bi rakı masasında Sindrella ile otursak da laflasak " O bal kabağını yaratan perinin de amk!" serzenişlerini duyabilir yan masadakiler. Kesin ağlarız "Ah bacım neler hissettiğini anlıyorum" deyip de sarılarak. Velhasıl, yüzleşme hoş olmadı.. İncileri, yakutları hatta kürklü yakasının tüyleri bile döküldü kaftanımın. İmitasyon olduğunu farkettim dehşetle.. Vat iz matriks ulan! dedim, "evrekaaaaaaaaaaa" diye fırladım tepeme yıkılan sırça saraydan ve keşfettim kendimi. Kumaşını kendim dikmemişim, en ufak bir el emeğim yoktu o kaftanda anladım.  Sıyırdım attım.  Çıplaktım. Üşüdüm, uyandım.. Bekledim, biriktir...

Çıkar şu üstündeki pespayeliği, ne dediğin anlaşılmıyo

Öyle bir 6 yıl geçirdim ki, ya da 6 yıl bana öyle bi geçirdi ki, anlatmak ve hatırlamak istemiyorum, özellikle ilk 3 yılını.. Osmanlı bile benim gibi çökmemiştir ve kendi kendimin Atatürk'ü olup, kendi tarihimi baştan yazarken farkına varmadım önceliklerimi değiştirdiğimin.. Ağzıma sıçıldı ağzıma.. salıncak kurdular, gide gele sallana sallana, sıçtılar resmen.   Manevi acının bedene verdiği acıya inanmazdım, öğrendim. İçinden gele gele acıyorsun. Canını yaktığını bilsen de engel olamadığın, bir süre sonra mazoşistçe bir bağımlılık halini alan bi silsile şeklinde, kendi acından beslenip duruyorsun. Deriliğini bilmediğin bir suya kendini bırakıverdiğin, dibe batarken nefes alamadığın için ciğerlerinin acısını her zerrende duyumsadığın ve dibi görene kadar asla mukavemet etmediğin, tuhaf, huzurlu bir yolculuk bu.  Sonra bir şey oluyo, "bundan daha leş olamaz"deyip, dibe vuruyosun ayağı..  Yukarı çıkmak için üzerinde ne kadar ağırlık varsa bırakıyo...