Ana içeriğe atla

İNSAN HALİL


Sabah yerinden sıçrayarak uyandı. Karısı Zeliha yanında uyuyordu. Saat 06:30’du. Bugün mesaisi yoktu ve her Pazar yaptığı gibi kahveye gidip arkadaşlarıyla okey oynayıp oyalanacak, akşam karısının pişirdiği bulgur aşını yiyecek, “su ısıt Zeliha” deyip halvet olup abdestini alıp uyuyacaktı. Nedense içinde bunları yapmak için hiçbir istek yoktu.
Kalktı, oturma odasına gitti, sedire ilişti ve bir sigara yaktı. Önceki günü düşünmeye başladı. İşyerine gelen genç bir grup insan, personel müdürü tarafından çeşitli birimlerden seçilmiş 12 iş arkadaşından oluşan çalışanlarla, adına “drama” dedikleri bir uygulama yapacaklarını söylemiş, bunun için oyunlara katılmalarını istemişlerdi. “12 tane koca adam oyun mu oynayacak?” diye homurdanmış, dalga geçmişlerdi kendi aralarında. Neyse ki mesailerinden kesilmeyecekti çalışmadaki saatleri. O gençler gerçekten onlara oyun oynatmış, sonra tiyatro yaptırmışlardı. Hiçbirisi, ne ara oyunlarda eğlenip sonra tiyatro yapacak kadar bu işe dahil olduklarını anlamamışlardı. Paketlemedeki “tıfıl” lakaplı oğlanın ne kadar iyi bir lider olduğunu, kalite kontroldeki “uyuşuk”un ne kadar sorumlu davrandığını orada farketmiş, bu lakapları taktığı için kendinden utanmıştı. İşin kötüsü “entel – dantel boş işler yapıyorlar” dediği sanatçılara, tiyatroculara sempati duymuş hatta özenmişti. Daha önce hiç deneyimlemediği bir lezzetti rol oynamak ve çok hoşlanmıştı tadından.
Belki bir daha drama yapamayacaktı iş güç yüzünden ama pekâlâ gidip tiyatro izleyebilirdi. Neden olmasındı ki? Çevresindekiler duysa “Oooooo! Halil abi entel mi oldun?” diye dalga geçerlerdi kesin ama kimseye haber vermeden giderdi O da.
Giyindi evden çıktı. Küçükken okulla tiyatro izlemeye gittikleri asırlık binaya kadar yürüdü. Bina artık dış cephesi dökülen, metruk bir binaydı. Yandaki taksi durağına sormak geldi aklına. “Selamünaleyküm, burada tiyatro vardı ne oldu taşındı mı?” diye sordu duraktakilere. “aleykümselam, 5 yıl oldu, tiyatrocuları attılar işten, kapattılar tiyatroyu birader” cevabını aldı. Şansına küfrederek sokaklarda boş boş dolanıp evine döndü.
Ertesi gün işyerinde, yemek molasında gidip Tıfıl’ın yanına oturdu. “Afiyet olsun. Sana bir şey danışacağım. Bizim semtteki tiyatro kapanmış. Var mı bildiğin bir yer? Çoluğu çocuğu alıp tiyatroya gideyim istiyorum” diye sordu. Tıfıl ona 1-2 semt ve 1-2 tiyatro önerdi. Bunları kaydetti kafasına. İş çıkışı gider bakardı ve gitti de. “7 Kocalı Hürmüz” diye bir oyun afişi vardı. İzleyebilirdi bunu. Gişeye gitti bilet fiyatının 15 lira olduğunu duyunca beti benzi attı. Bu fiyata bu bileti alsa eve yürüyerek dönmek zorunda kalır, ekmek alamaz, sigarasını alamazdı. Elleri cebinde, başı önde minibüs durağına yürürken “Ulan ne pahalı şeymiş bu. Asgari ücretli izlemesin diye mi yapmışlar tiyatroyu? Biz hep kahve köşelerinde okey mi oynayacağız? Fakirler tiyatro izleyemez mi?” diye düşündü. 40 yılın başı bir şeye heves etmişti ve ona erişemiyordu. Peki ama niye? Kafasında sorularla, huzursuz uyudu o gece.
Sabah işyerine geldiğinde, senelerdir komünist diye selam bile vermediği sendikalıları gördü otoparkta. Grev çadırını kurmuşlar, sağa sola pankartlar asmışlar, slogan atarak protesto ediyorlardı ekmek teknelerini. Tam aklından “Ulan bu komünistler yüzünden biz de aşımızdan ekmeğimizden olacağız” diye düşünürken bir pankart çekti dikkatini; “İNSANCA YAŞAMAK HER İŞÇİNİN HAKKIDIR!”. Neydi bunların derdi? İnsanca yaşamıyorlar mıydı? Karınları doyuyordu, aç değillerdi, açık değillerdi, sigortaları ödeniyordu. Neyin peşindeydi bunlar? Yaklaştı çadıra. “Selamünaleyküm” diye selamladı sendikalıları. Beklemediği şekilde gülümseyerek aldılar selamını buyur ettiler, çay getirdiler. Sordu kafasındaki soruları; “nedir insanca yaşamak? Nedir sizin derdiniz? İşiniz var, aşınız var. Neyin peşindesiniz?” Anlattı çadırdakiler; “Biz insan gibi yaşamayı karın doyurmak olarak görmüyoruz sadece; Eşimizi, çocuğumuzu alıp deniz kıyısında bir tatile götürmek, çocuklarımıza okusunlar diye kitap, yesinler diye 3-5 çeşit meyve, yazsınlar diye fazladan 1 kalem alırken ekmeğimizden kısmak zorunda kalmamak, sinemaya, konsere, tiyatroya gitmek, evimize internet alıp dünyayı öğrenmek, sabah 8 akşam 5 çalışmaktan ibaret dünyamızı, insanca uğraşılar ile çekilir hale getirmek istiyoruz” dediler. Bunları kazandıkları üç kuruş asgari ücretle yapamayacaklarını, emeklerinin karşılığının bu ücret olmadığını anlattılar. Başını salladı Halil. “Kolay gelsin” dedi çıktı çadırdan. Fabrika girişine yöneldi. Düşünüyordu; iki gündür, insanca hevesinin nasıl kursağına dizildiğini. Haklıydı bu komünistler galiba. Karını çocuğunu alıp, bayramlıklarını giyip, ekmeğinden kısmadan tiyatroya gitmekti insanca yaşamak. Hevesinin kursağına dizilip kalmamasıydı. Başkası için başka bir şeydi belki ama ne gam. Halil için buydu anlamı.
Durdu kapıda. Basmadı kartını makinaya. Döndü otoparka ilerledi; insanca yaşama hakkına doğru…

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Aşk, birini gözünüzde büyütebilme sanatı

Şu dünyalar çirkini Diego nasıl olup da hunharca sevilebilir?  Şekli şemali de çirkin elbet ama asıl soru ruhu bu kadar çirkin bir adam, böylesi bir sevilmeyi hak ediyor mu? Tamamen kişisel becerimize bağlı bir şey aşk..  Hormonal devinimlerden bağımsız düşünürsek, balonu ne kadar şişirebildiğimiz ya da şişirmek istediğimizle ilintili..  Sıradanı alıp muhteşeme çevirmek, o muhteşemliğe inanıp kendimizi Frida'ya, karşımızdakini Diego'ya dönüştürmek, bizim yeteneğimiz. Kimimiz çok yetenekliyiz, kimimiz sıradan.. Entelektüel olmakla falan da ilgisi yok bunun.  Tıpkı sarhoş olmak gibi; Rafta duran onlarca aynı şişe arasından birini seçmek, seçtiğimiz şişedeki şarabı içmek, bile isteye sarhoş olduktan sonra dünyanın en iyi şarabı olduğuna kendimizi inandırmak gibi. Oysa ki sıradan bir şaraptı o, rafta..  Tamamen isteyerek yaratılan bi imge.. Sıradan bi adamken, Frida'nın Diegosu yapabiliriz herkesi, bi kaç yudum alıp bırakabil...

Bana biçilen kaftandan sıkıldım! Bornozla gezicem ben!

40 yaş dönüm noktasıymış ya kadının hayatında.  Ben mecburi dönüş yaptım 37 yaşında.  Bana biçilen, incilerle, yakutlarla süslü kaftanım üzerimde, salınıp dururken sırça sarayımda, benden başka bi dünyada, hem de burnumun dibinde yaşanan aldatılmayla yüzleştim. Sindrella ne hissetti o araba bal kabağına dönüşünce, çok iyi biliyorum. Bi gün bi rakı masasında Sindrella ile otursak da laflasak " O bal kabağını yaratan perinin de amk!" serzenişlerini duyabilir yan masadakiler. Kesin ağlarız "Ah bacım neler hissettiğini anlıyorum" deyip de sarılarak. Velhasıl, yüzleşme hoş olmadı.. İncileri, yakutları hatta kürklü yakasının tüyleri bile döküldü kaftanımın. İmitasyon olduğunu farkettim dehşetle.. Vat iz matriks ulan! dedim, "evrekaaaaaaaaaaa" diye fırladım tepeme yıkılan sırça saraydan ve keşfettim kendimi. Kumaşını kendim dikmemişim, en ufak bir el emeğim yoktu o kaftanda anladım.  Sıyırdım attım.  Çıplaktım. Üşüdüm, uyandım.. Bekledim, biriktir...

Çıkar şu üstündeki pespayeliği, ne dediğin anlaşılmıyo

Öyle bir 6 yıl geçirdim ki, ya da 6 yıl bana öyle bi geçirdi ki, anlatmak ve hatırlamak istemiyorum, özellikle ilk 3 yılını.. Osmanlı bile benim gibi çökmemiştir ve kendi kendimin Atatürk'ü olup, kendi tarihimi baştan yazarken farkına varmadım önceliklerimi değiştirdiğimin.. Ağzıma sıçıldı ağzıma.. salıncak kurdular, gide gele sallana sallana, sıçtılar resmen.   Manevi acının bedene verdiği acıya inanmazdım, öğrendim. İçinden gele gele acıyorsun. Canını yaktığını bilsen de engel olamadığın, bir süre sonra mazoşistçe bir bağımlılık halini alan bi silsile şeklinde, kendi acından beslenip duruyorsun. Deriliğini bilmediğin bir suya kendini bırakıverdiğin, dibe batarken nefes alamadığın için ciğerlerinin acısını her zerrende duyumsadığın ve dibi görene kadar asla mukavemet etmediğin, tuhaf, huzurlu bir yolculuk bu.  Sonra bir şey oluyo, "bundan daha leş olamaz"deyip, dibe vuruyosun ayağı..  Yukarı çıkmak için üzerinde ne kadar ağırlık varsa bırakıyo...