Pazar günü, arkasından el salladı babasının, beraber
aldıkları dergiyi minik elleriyle sımsıkı tutarak, sokakta kayboluşunu izledi.
Bunu, kendini bildi bileli o kadar çok yapmıştı ki… Küçücük yüreğine, babası
boyunda özlemleri tıkıştırır beklerdi gelişini, hafta sonları köy girişinde. Sonra
tren rayları eklendi bu manzaraya; uzayıp giden iki ince paralel.
Vagonların sadece yük ya da insan taşımadığını öğrenmişti
yaptığı sayısız yolculuklarda. Ağlayan bir kadın taşırdı örneğin vagonlar.
Kadının ne taşıdığını bilemezdi ama kimse. Ya da gülen sevgililer taşırdı bazen
vagonlar; sevgililerin yüreğinde taşıdıkları sevgiyi bilemezdi diğer yolcular.
Bazen sessiz yolcular taşırdı; o sessizliğin ağırlığı sanki tüm vagonlardan
ağırmış gibi duran yolcular. Bazen kıpır kıpır insanlar olurdu vagonlarda;
kavuşma heyecanları tüyden hafif gibi insanlar. Trenler onu annesi ile
kardeşine götürürdü; gerçek yuvasına, ait olduğu eve. Evine giderken kıpır
kıpır yolculardan olurdu. Güçlükle bastırdığı kavuşma heyecanına, Tepeköy
İstasyonu’ndaki ekmek arası çöp şiş yeme heyecanı da eklendi mi yerinde
duramazdı bir türlü. Köye geldiklerinde evine giden yolda, yürümekten vazgeçer
koşardı artık; öyle bir coşku. Kokusunu bildiği, güvende hissettiği, huzurla
uyuduğu tek yerdi evi.
Sonra Pazar günü gelir çatardı. Pazar ayrılık demekti;
trendeki kocaman pusetlerde minicik duran bedenine tezat bir ağır hasret
taşırdı giderken. Annesine, kardeşine veda ederdi sonra babasının elini tutar giderdi.
Gitmek, bir çocuğa biçilmiş en kötü giysiydi. Bir sonraki Cuma gününe dek,
üzerinde “gitmek” giysisi babasını beklerdi. Babasını gördüğünde o kocaman
özlemler, minik sabun köpükleri gibi uçar gider patlar yok olurlar, o çirkin
gitmek giysisinden soyunur, kavuşmak giysisiyle donanırdı, bir sonraki
uğurlamaya kadar. Babasının gidişini izlemek ve dönüşünü beklemek, hasar
bırakan ama acıtmayan bir rutindi artık.
Babasını başka, annesini başka köye sürerlerdi öğretmen olarak.
Yaşadıkları sürgünler, ayrılıklar babasını bezdirmiş, babası basmıştı
istifasını, ayrılmıştı öğretmenlikten. Annesi öğretmen olarak yine bir köye
atanmış, ebeveynleri ilkokul temelinin sağlam olması için iyi bir okula gitmesi
gerektiğini düşünüp, O’nu anneannesinin şehirdeki evine yakın, kalitesiyle nam
salmış bir okula yazdırmışlardı. Okulun ilk günü, babasıyla çekildikleri
fotoğraftaki ifade, yaşadığı üzüntünün mini portresi gibi asılı kalmıştı
yüzünde. Beyaz yakasıyla tezat, siyah önlüğünden daha siyah, kırmızı
ayakkabılarından daha kırmızı kanayan bir yara gibiydi ifadesindeki hüzün.
Okulu, kalburüstü tabakanın çocukların gittiği bir okul olsa
da, çocuklar arasında hiyerarşi yoktu; hepsi çocuktu, her şey oyundu işte.
Falanca fabrikatörün kızı da oyunda ebe olur, filanca memurun kızı da.
Saklambaç oynarken, vali oğlu da sobelenir, çöpçü çocuğu da. Çocuk olanın nasıl
milliyeti, dili, dini, cinsiyeti, kabahati olmuyorsa, hiyerarşisi de olmazdı o
zamanlarda. Koşulsuz kabul esasına dayalı, en saf haliydi insanın çocukluk.
Tıpkı masallarda arabanın balkabağına dönüştüğüne inandıkları gibi, herkesin
eşit olduğuna, iyi olduğuna, güzel olduğuna inanırdı çocuklar.
Öğretmenini çok seviyordu. Öğretmeni mis gibi kokardı,
saçları hep düzgündü, elbiseleri şık ve ütülü. Konuşması annesi gibiydi; tane
tane şekerlemeler dökülürdü sanki her sözcüğünden. Ödev defterine yazdığı
“Aferin” ve kondurduğu birkaç yıldızı, mümkün olsa cisimleştirir, saçlarına
tokalar yapardı. Hayrandı kadına.
Günlerden pazardı ve babası yine gitmişti. Bir sonraki
karşılaşmalarına kadar özlem biriktirmeye başladı yüreğinin ceplerinde. 6. Kata
çıktı, zile bastı. Ananesi kestane yapmıştı. Kestane kokusunun babasınınkini
bastıracağı umuduyla derin bir nefes aldı. Sonra aklına geldi paraları; 3
haftadır, okulda gevrek ile içtiği gazozdan feragat ederek biriktirdiği
paralar. Gitti saydı. 5 lira eksikti alacağı hediye için.
Ertesi gün gevrek de yemedi. Ekledi 5 lirayı paralarına, okul
çıkışı heyecanla koştu kırtasiyeye. O kırmızı dolmakalemi aldı. Hediye paketi
de yaptılar. Gece uyku girmedi gözüne. Sabah okula gitti. "24 Kasım
Töreni" bittikten sonra sınıfta sırasını bekledi hediyesini vermek için.
Öğretmenine pırlanta takılar hatta halı bile almışlardı. Ama o biliyordu
ki en çok onun hediyesini beğenecekti. Artık yeni kalemi ile “aferin” yazacaktı
defterlere, yeni kalemi ile yıldızlar konduracaktı ödevlere. Gururla doğruldu
yerinden, gitti verdi hediyesini, çocuk benliğini alabildiğine dolduran masum
heyecanıyla. Öğretmen açtı, baktı,
"benim kalemim var" dedi. Geri verdi hediyeyi.
O an… Tam o an dünya durdu. Kulaklarının uğultusu mu daha
çoktu, yanaklarındaki ateş mi? 7 yaşındaydı ve hayal kırıklığının altında
ezilmek için henüz yaşı tutmuyor olmalıydı. Aldı hediyesini geri. Yerine döndü.
İzledi hediyesinden memnun kalınıp, öpülen arkadaşlarını. Öğretmeni çirkindi
artık. Makyajına, saçına, şahane kıyafetlerine rağmen çirkindi. Sözcükler
ağzından dökülen iğneler gibiydi. Ve kokusu da eskisi gibi değildi; hayal
kırıklığı ne pis kokarmış meğer.
Herkesten değerliydi öğretmeni. Nasıl böyle bir anda
paçavraya dönüşebilmişti?
O gün anlamadı çocuk nedenini. Fakat yıllar sonra fark etti ki; görünüş sadece bir vitrindi ve öğretmeni bir vitrin mankeni; ruhsuz, cansız ama güzel. Hayatı metalar üzerinde dönen, yetiştirdiği minik hayatlara asla dokunamamış bir hiçti. Öğretmendi öğretmen olmasına ama insan değildi.
O gün anlamadı çocuk nedenini. Fakat yıllar sonra fark etti ki; görünüş sadece bir vitrindi ve öğretmeni bir vitrin mankeni; ruhsuz, cansız ama güzel. Hayatı metalar üzerinde dönen, yetiştirdiği minik hayatlara asla dokunamamış bir hiçti. Öğretmendi öğretmen olmasına ama insan değildi.
7 yaşındaki bir çocuk, bir 24 Kasım öğleninde, sırtına
yükledi hayal kırıklığını ve evinin yolunu tuttu. Neredeyse bebekliğinden beri
çok yük taşımıştı ruhu; gitmeyi öğrenmişti, kavuşmayı, özlemeyi, sevinmeyi,
üzülmeyi, beklemeyi, kimsesiz hissetmeyi. Her şeyin bir sonu vardı; gitmenin de
gelmenin de beklemenin de. Şimdi bir de hayal kırıklığını öğrenmişti ve hayal
kırıklığının sonu olmadığını.
7 yaşındaki bir çocuk, o gün evde, çaresizlikten ağlamayı
öğrendi. Ağladı anneannesine, anneannesi onu dizinde,
başını okşayarak uyuttu; ağlarken uyumayı öğrendi.
Çocuk bir süre sonra unuttu öğrendiklerini. Seneler sonra
hatırladı olanları ve anladı okuduğunda şu cümleyi; “hayata dokunabildiğin
kadar değerlisin, göründüğün veya harcadığın kadar değil.” Hatırladı ve kızını
dizine yatırıp başını okşayarak uyuttu..
Yorumlar
Yorum Gönder